Aşı Pasaportuna Karşı Sokak Hareketleri: İlk Notlar
Kaynak: https://illwill.com/green-pass#fn1
Aşı pasaportlarına karşı ne deneceği ve ne yapılacağının, bu ayrımcı, denetimci ve şantajcı uygulamaya karşı sokağa çıkanlara nasıl yaklaşılacağının; insanların genel olarak Covid 19 krizi hakkında ne dediği ve ne yaptıklarıyla doğrudan bağlantılı olduğu aşikar. Solun ve aşırı solun başımıza boca ettiği kölelere yakışan aptalca yalvarmaları şaşırtıcı değil. Ne olup bittiğinin farkında bile olmayanlar aniden merak ediyor, bu insanlar kim, nerden geliyorlar, ne istiyorlar? Kendilerinin bankacılar, sanayiciler, Nato generalleri, rejim gazetecileri, içişleri bakanlıkları, Kraliçe’nin bilimcileri vs. ile aynı koroya dahil olmalarından dolayı en ufak bir utanma belirtisi göstermeden “gerici kalabalıklara” sövüyorlar. Faşizm tehlikesini (merak etmeyin: demokrasi bize yeter) devletin ve hakim sınıfın güçlerini birleştirmesinde değil, aşı pasaportlarına karşı bir avuç gösteride aşırı sağın da yer almasında buluyorlar. Sanki “kamu sağlığı” adına devletin cebir gücünün artması, bütün olarak sınıf çatışmasından bağımsız “nötr” bir durummuş gibi; sanki aşı istemeyenlere sosyal ve iş bazlı ayrımcılık yapılmasına zımnen onay vermek devrimcilere, işten çıkarmalara direnenlere ve genel sosyal mücadelerde yer alanlara zulmedenlerin ekmeğine yağ sürmüyormuş gibi.
Bir ”Total Sosyal Olgu”
Marcel Mauss’tan bir kavramı ödünç alarak, Covid 19 krizini “total sosyal olgu” olarak tanımlayabiliriz. Hem toplumda hem de “mücadelelerde” zaten orada olan ancak göremediklerimizi, su üstüne çıkardı. Bu total sosyal olgunun sadece belli başlı parçaları ile uğraşmak, daha güvenli ve sorunsuz teorik ve pratik yollara girmek felaket sonuçlar getirdi ve öyle olmaya devam edecek. Kriz, sosyal çatışmayı yeni bir zemine taşıdı, en kişisel davranışlarımızı, gündelik seçimlerimizi, hayatlarımızın “özel” ve “subjektif” boyutlarını (bedenlerimiz, güvenlik hissi, ölüm, mikrop kapma ve hastalanma korkusu) politize etti. Onlarca yılın elden düşme Fukoculukları, dibine kadar “biyopolitik” bir program uygulayan teknokratik devlet rejimiyle çarpışınca paramparça oldu. Aniden, mücadeleye katılmak– hatta mücadelenin kolektif olarak tartışılması — epistemolojik düzeyde kar zarar hesabı gerektirir oldu. Görece olaral dışsal sömürü, patronlar, devlet düzeyinde değil, ayrıca virüsler, bedenler, bağışıklık sistemi, maskeler, testler, jeller ve mesafe vb. hakkında da karar almamız gerekir oldu. İstisnalar hariç “muhalif” çevrelerde, görünürde “tarafsız” olan, bilimsel kanıtlar, pozitif vakaları ve ölümleri duyuran basın açıklamaları, virüsü izleme ve kontrol altına almaya yönelik önlemler, kısaca yapılması gerekenler evreni, “ihtilaflı” olan salgının sebepleri, sağlık önlemleri ve kar mantığı arasındaki çelişki, sınıf ve cinsiyet grupları arasındaki risk farkları, kapanmaların ekenomik sonuçlarından, yani potansiyel imkanlar evreninden ayrıldı. En baştaki baş dönmesi geçince, baskı başladı. Toplu aşılama alelacele “tarafsızca yapılması gerekenler” evrenine taşındı, böylece çatışma hastalarla ilgili sorunlarla Kuzey ve Güney arasındaki eşitsizliklere indirgendi. Biraz daha kalifiye ve ayık olanlar aşılamanın yetersiz bir araç olduğuna ve genetik mühendislik ürünü bu M-RNA aşılarına dair bir çok bilinmeyen olduğuna işaret ettiler. Sağlık personelinin zorunlu aşılanması konusunu dahi sessizce geçiştirmeyi (veya resmi “bilimsel iletişimin” bariz çelişkileri ve korku nedeniyle aşıların duygusal olarak reddedildiğinden bahsetmeyi) tercih ettiler.
Çok önceden öngörülebilen ve hatta beklenen aşı pasaportlarının ortaya çıkmasıyla, kafası hafif de olsa hala çalışanlar şimdi sokakları aşırı sağa bırakma sorunu ve kendi duruşlarına dair bir sorgulama yapma zorunluluğu ile karşı karşıya (çok önceden olacağı söylenmiş bir tehlike). Pek olası görünmüyor. Henüz maç başlamadığından değil (gerçekten de en yoğun çatışma henüz yaşanmadı) ama böyle bir sorgulamanın öncelikle partinin içinde yapılması gerektiğinden. İtalya’da da dünyanın diğer yerlerinde de kalabalıklar oldukça heterojen olsa da, binlerce insanı birleştiren en az üç nokta var: eğersiz veya amasız zorunlu aşıya karşıtlık, aşılanmayanlara ayrımcılık yapılmasına itiraz ve hastalara evde bakılmasının kabul edilmemesi sorunu. Sadece aşı pasaportlarına odaklanmak sokağa çıkanların bir kısmıyla buluşmak isteyenler için indirgemeci ve yanıltıcı bi varsayım. Aşı zorunluluğunu (bugün sağlıkçılar, yarın eğitim personeli hatta öğrenciler, öbür gün tüm işçiler için) kabul ediyor musunuz etmiyor musunuz? Evet mi hayır mı? Cevabınız açık ve anlaşılır olmalı. Eğer cevap hayırsa, başka konularla ilgili sokak hareketlerinin amaçları arasında yer almalı. (örneğin 18 Ekim grevi için sendikacıların “ortak bildirisi” bundan bahsetmiyor bile. Bu üç anlama geliyor: zorunluluk o kadar da kötü değil, bu ayrıştırıcı bir tartışma ve bu aşıları istemeyen işçilerin mücadelesinin sınıf mücadelesinde bir moment olarak kıymeti yok) Mücadeleyi ayrıca epistemolojik düzeye taşımak da gerekiyor (tıbbi bakışın yerini istatistik modellerinin almasını sorgulamak, aşısızların kamu sağlığına bir tehdit olarak kriminalize edilmesi, sağlık ve tedavilerin giderek dijitalleşmesi vb). Aynısı hastaların evde tedavisi için de geçerli, bu konunun göz ardı edilmesi skandal düzeyde (devletin katliamını lanetleyenlerin genelde sağcılar olması paradoksu da cabası). Covid kapanların hastanelik olmalarını nasıl önleyeceğimizden hiç bahsetmeden hastane merkezli olmayan kamu sağlığı hakkında konuşmaya devam edebilir miyiz? Yukarda bahsedilen üç noktanın, aşı pasaportlarına karşı mücadele ile nasıl içiçe geçtiğine dair bir çok örnekten biri, Toronto’lu bir grup sağlık çalışanının birkaç gün önceki gösterilerde dağıttığı aşağıdaki broşürde görülebilir:
“Bir buçuk yıldır, özellikle salgın ilk duyurulduğunda aylarca kesintisiz çalıştık. Anlamlı güvenlik önlemleri ve tedaviye yönelik yönergelerin yokluğunda, karman çorman felaket şartlarda, 12 saati aşan vardiyalar yaprak, basının beslediği panik dalgasının ortasında ve doğal koruma sağlayan temel bakım uygulamaları neredeyse suç teşkil edecek şekilde iptal edilmişken çalıştık.
O zaman konuşmaya ne zamanımız ne de imkanımız vardı ve kahraman ilan edilmiştik.
Bugün, iyileştirme ve tedavi hakkında bir şeyler bilen, sağlık merkezlerinde işlerin nasıl yürüdüğünü az çok görmüş insanlar olarak sözümüzü söylemek için sokaklardayız. Fakat herkesin en faydalı gördüğü tedaviyi seçme hakkı olduğunu onayladığımız için bize suçlularmışız gibi muamele ediliyor.
Kimi daha güvenilir buluyorsunuz? Sağlık sistemini mahveden ve ilan edilen salgını her düşünceyi kriminalize etmeyi tek silahları olarak kullanarak yöneten politikacıları ve yöneticileri mi? Tek bir hastaya bile bakmadılar, bizi de hiç dinlemediler. Sadece narsistik bir heyecanla TV ekranlarında ahkam kesip gazeteleri aşağılayıp tehdit eden bir grup sözde uzmanı dinliyorlar. Sağlığı, tükenmez bir kar kaynağı haline getirenlerin dediklerine göre konuşuyorlar
Bedenlerimizin ve çocuklarımızın bedenlerinin onların malı olmadığını kati biçimde ilan ediyoruz. Biz köle değiliz ve bu baskının yükünü taşımayacağız, özellikle meşhur aşı pasaportları ile sözde-aşıya inançlarını ilan etmeyenlere politik-dini baskı ve ayrımcılık yapılmasına yönelik gidişata zorlandığımız bu günlerde. “
Bu insanlarla birlikte savaşmak, dolayısıyla sağlık ve yaşamla gitgide uyumsuz hale gelen devasa bir sosyal sistemle mücadeleyi genişletmek istiyor muyuz? Dile getirdikleri üç noktayı düşünerek başlayalım.
Aşı pasaportlarına karşı mücadele şu veya bu ekonomik talebi değil de olağanüstü hal siyasetinin dayandığı ve yıkmazsak sonsuzda kadar sapasağam kalacağı sütunlara itirazı –ne kadar kafası karışık, kirlenmiş ve manipüle edilmeye açık olsada- sokaklara taşıması anlamında bir ilk; “covid tam olarak tedavi edilemez ancak yayılımı engellenebilir; neyse ki artık aşı var, tek silahımız bu; aşı olmayanlar haindir, kaçaktır, veba yayıcıdır, normalde devlete ve sanayicilere ayrılan suç isnadı artık onlara yönetilebilir vs.” Bu kitleler tam da neyin “tarafsız” ve tartışılamaz olduğunu sorguluyorlar (şu anda gazetecilerden polislerden daha çok nefret edilmesi tesadüf değil). Kısaca Olağanüstü Hal ile tipik yöntemler diyebileceğimiz, bu mücadelenin çevrenin savunulması, zor durumdaki işsizlere yardım edilmesi, ırkçı mekanizmalara karşı çıkılması vb gibi parçalara ayırarak mücadele etmenin aksine bir total sosyal olgu olarak kapışmayı hem “yapılması gerekenler” hem de “potansiyel imkanlar” olarak görüyorlar. Devletin “Krizi çözmek” için sunduğu çözümün anahatlarını kabul ediyor musunuz etmiyor musunuz? Evet mi hayır mı? Bu sorgulama daha fazla ertelenemez.
“Olağanüstü Hal”i İfşa Etmek
Aşağıda daha detaylı inceleyeceğimiz bir diğer konu, bu Olanüstü Hal’in ipliğini pazara nasıl çıkaracağımızla ilgili. Devrimci hareketlerin tarihinde “mücadelelerin birleşmesi” diye bilinen bir efsane var. Böyle bir şey gerçekten hiç yaşandı mı? Kapitalizmin insanlığı soktuğu felaketler, kargaşalar ve kültürel kıyametler çıkmazlarına dönüşmüş tek yön sokakta bu hala mümkün mü? Bir gösteri veya bir günlük genel grev esnasında, lojistik işçileri, ırkçılık karşıtı gruplar, konut edindirme komiteleri, çevre kirliliğine karşı gruplar bir araya gelirse buna “mücadelelerin birleşmesi” demek için yeterli midir? Bu kompozsiyonun az çok doğru veya kitleleri emsil ediyor olması bir yana, ertesi gün ne olacak? Genellikle herkes sermayenin kişiler üstü gücüne karşı “müdahale alanlarında” kendi kişisel savaşına dönecek. Diğer mücadeleler düşman ateşiyle vurulduğunda, sağlam ve elle tutulur desteğimizi nasıl göstereceğiz? (elbette oturma eylemi düzenleyerek ve bildiri yazarak değil)
Son birkaç on yılın tarihine bakınca — Kuzey Afrika, ABD, Frsansa, Şili, Kolobiya ve Lübnan farketmez — ekonomiyi gerçekten paralize eden genel grevlerin isyanların öncülü değil ardılı olduğunu görüyoruz. Neden böyle olduğu bilmece değil: işçinin yokluğunun niceliksel fark yaratabileceği işler giderek azalıyor, işçiler patronu lojistik olarak ve niteliksel olarak yaralayabiliyor. Günümüzde, izolasyonu kıran, gerçek mücadeleler için alan açan, ortak eylemler ortaya çıkaran (yinelenebilir ve genele yayılabilir eylemler) her zaman ani sosyal kırılmalar. İtalya’nın yakın tarihinde, hangi günleri hatırlıyoruz? “Mücadelelerin birleşmesinin” sahne aldığı grevler ve gösteriler mi? Yoksa 3 Temmuz, 15 Ekim, faşist baskı sonrası başlayan Cremone ayaklanması mı?
Yenilenen kararnameleri ve dalkavuk teknisyenleri sağolsun Olağanüstü Hal, artan proleter güç birikimi ile kırılamayacak bir kafes. Onlara nasıl bakarsanız bakın, aşı pasaportu karşıtı gösteriler birkaç cumartesi üstüste aynı anda sekiz şehirde yüzlerce ve binlerce kişiyi çektiler. Sadece toplanma çağrısı, fazlası değil. Görebildiğimiz kadarıyla, “organize eden” pek kimse yoktu, megafon bile yoktu. Uzun zamandır ilk kez gördüğümüz spontane kitle yürüyüşlerinin aniden patlaması şüphesiz bu sayede oldu. “Sosyometrik analiz” yapmak için büyüteçleri çıkarmadan önce şu gerçeği dile getirelim: onbinlerce kişi ikiye bölünmüş bir toplumu kabul etmediklerini ilan etmek için sokaklara çıktı — ve önümüzdeki dönemde yine çıkacaklar. (aşı pasaportu= apartheid diyen ilk sloganların nerede görüldüğünü biliyor musunuz? İsrail sokakları). Aşı pasaportlarının bile herhangi bir tepki görmeden çıkartılmasını mı tercih ederdik?
Gösterilerdeki pankartlarda görülen bir slogan şöyle diyordu : “İtaat ederseniz çok yakında biteceğini sanıyorsunuz. İtaat etmeye devam ettiğiniz için asla bitmeyecek” Oldukça açık doğrusu.
Peki bunlar nasıl insanlar? “Aşırı solun” aşı pasaportlarını makul gösterdiği makalaleri okuyan insanlar (şükürler olsun) olmadıkları kesin. (Ne istiyoruz: özgürlük! Aşısızlardan ve nefes alıp verip her yerimize vebalarını saçmalarından korunma! — Evet, veba!!)
Öfke patlamaları olmadan, karşı saldırı olmadan, kıstırıldığımız köşeden kurtulamayacağız. Güçlenen sadece sefalet değil, dehümanizasyon.
-Ağustos 1, 2021